‘İKİMİZİN KALBİ BİRDİR, SEN BENİMSİN; BEN SENİNİM”
MAHMUT EROL KILIÇ İLE İRFAN GELENEĞİMİZ VE HZ. MEVLÂNÂ ETRAFINDA
‘İKİMİZİN KALBİ BİRDİR,
SEN BENİMSİN; BEN SENİNİM”
MUSTAFA S. KÜÇÜKAŞCI
(Röportaj)
13. yüzyıl, hem İslam düşüncesi bakımından hem de özellikle biz Türklerin irfan hayatı bakımından fevkalâde önemli bir dönemdir. Bu dönemde Anadolu’ya çok önemli şahsiyetler gelmiştir. Konya özelinde, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmi başta olmak üzere, Sadrettin Konevî, Şems-i Tebrîzî, Evhadüddîn-i Kirmânî, İbnü’l Arabi gibi önemli şahsiyetler hatıra gelir. Bu kimselerin, belki meşrepleri ve mezhepleri de birbirinden farklıdır. Bu âlim ve ariflerin, hem Anadolu’ya yönelmelerini hem de Anadolu’da, bilhassa Konya’da, mevkii kazanmalarını sağlayan sebepler nelerdir?
Göç, hicret, yer değiştirme konusunda farklı disiplinler kendilerine göre farklı yorumlar getirirler. Tarih boyunca insanların göç etmelerinin arkasında yatan sebeplerin en başında hiç şüphesiz savaşlar ve ekonomik sebepler gelir. İklim değişiklikleri, kuraklık, deprem v.b. gibi doğal afetler de diğer mühim etkenlerdendir. Bunların yanısıra doğup büyüdüğü yöreyi terk edip başka diyarlara hicret etmenin bazı mânevi, dinî, entelektüel sebepleri de olabilir ki bu daha çok ilim adamları, filozoflar, din adamları arasında görülür. Bu kimselerde inancım daha özgürce yaşama temel sâiktir. Ayrıca mânevi ilimler nokta-i nazarından bakıldığında yukarıdaki bütün bu sebeplerin yanısıra bir özel sâik daha vardır ki buna kaynaklarda “sevk-i İlâhî” denir. Yani bir mânevi işaret almanın, bir mânevi yönlendirmenin etken olduğu durumlar diyebiliriz.
Bu konu belki pozitif tarihçilik mesleğinde ciddiye alınmaz ama din ve mâneviyat tarihinde bu vakalar az değildir. Buna muhatap kimse “Kalk ve falanca yere git!” minvalinde aldığı manevi bir emirle hareket eder. Meselâ, rivâyete göre İbn Arabi Kâbe’de murakabe esnasında iken böylesi bir mânevi işaret almıştır. Daha önceden zihninde Anadolu’ya gelmek gibi bir niyeti var mıydı bilmiyoruz. Malum olduğu üzere kendisi aslen Benî Tayy kabilesinde bir Arap’tır. Anadolu ise bu kültürden farklı bir coğrafya. Üstelik Malatya, Konya oralara nisbetle soğuk bir iklim. Yani niye gelsin ki? diye sorabiliriz. Anavatanı olan Endülüs’ten kalkarak şarka doğru yaptığı seyahatlerde Mısır, Kudüs, Medine, Mekke gibi birçok yerden geçmişti. Mekke’ye yerleşmiş iken “Kum izheb ilâ bilâdi’r-rum” (Kalk ve Rum diyarına git!) diye bir manevî emir alır. Bunun üzerine kuzeye doğru yollara düşer. Bağdat ve Musul tariki üzerinden Anadolu’ya gelmesi böylesi bir sevk-i İlâhî ile olduğuna dair işaretler var.
Bundan yıllar sonra Mevlânâ ve ailesinin de doğup büyüdükleri Belh ve Vahş bölgesinden terk-i diyar etmelerinin arkasında yatan bazı sebepler sayılır. Zahirî sebeplerden ilki, bölgeye gelmekte olan Moğol istilâsının yaklaşmakta olan tehlikesini hisseden baba Bahaddin Veled’in ailesini daha güvenli bölgelere çekmek üzere “Kalkın gidiyoruz!” karan olduğu rivâyet edilir. Bir ikinci rivayette ise, bölgenin idarecisinin Fahreddin Râzî’nin sözleri ile hareket edip Bahaddin Veled gibi hem âlim hem arif bir Kübrevî şeyhinin bazı görüşlerinden dolayı onu tenkit etmesi üzerine tatsızlık çıkmaması için bölgeyi terk ettiği görüşüdür. Tabi, rivâyet edilen her sebep kendi içerisinde doğru olabilir. Ancak çıktıktan sonra doğrudan Konya’ya gelmemeleri, Nîşâbur üzerinden Bağdat’a gelmeleri, Bağdat’tan Mekke’ye gitmeleri gibi aynı İbn Arabi’nin seyahatinde gördüğümüz güzergâhı burada da gördüğümüzü unutmayalım. Haccı ifâ ettikten sonra ne olduysa bu kafilenin de kuzeye yöneldiklerini görüyoruz. Yine aynı tarikle Urfa, Malatya, Sivas, Kayseri ve Karaman üzerinden Konya’ya gelirler.
Bu manada, Mevlânâ’nın babasının, ailesini yanma alarak memleketini terk etmesinin arkasında yukarıda saydığımız maddî sebepler olabilir ama Anadolu’ya, Konya’ya gelmesinin ardında birinci sebebin maddî olmadığı kanaatindeyim. Sırf ilim ve irfan için müsait bir zeminin Anadolu’da bulunduğunu görmesi üzerine buraya hicret ettiklerini düşünüyorum. Yani ilim için hicret. Tıpkı ilk dönem muhaddislerin yaptıkları er- Rıhle gibi.
Daha pek çok örnek var. Evhadüddîn Kirmânî var mesela, İran Kirman’ından Elazığ – Konya hattına geliyor. Buhara’dan Mekke’ye gelip yine oradan kendisini Bursa’ya 40 kandilin getirdiği bir Emir Sultan var meselâ.
Bu manevî yönlendirmelerin maddî karşılıklarının bulunduğunu da unutmamak lazım. Yani hikmet ve irfan ehilleri, mâneviyat erbabı, genellikle hüsn-ü kabul gördükleri yerlere doğru meylederler. Zira, ele aldıkları konuların yüksek metafizik ve irfan içermesinden dolayı ancak sembolik bir dille anlatılabilmesi gerçeğinden hareketle, düz mantığın veyahut ham softalığın hakim olduğu yerlerde sıkıntı çekmekteydiler. Yunus Emre; “Yunus bir söz söylemiş hiç bir söze benzemez. Münafıklar elinden örttü mânâ yüzünü” derken ve yine “Ben bir acep ile vardım, benim dilim kuş dilidir. Kimse halim bilmez benim, benim ilim dost ilidir” derken tam da bu mânâyı kasdetmektedir. Onun sözüne nazire yapan Aşık Paşa da; “Âşıkî ile Tunus il bilmez yola gitti. Münkir olmasın diye saptırırım izimi” derken anlayışı kıt insanlardan nasıl kaçtıklarını anlatır.
Aynı çizgide Niyâzî-i Mısrî de; “Mantık-ı tayrın lügat-ı muğlakından söyleriz. Herkes anlamaz bizi bizler muamma olmuşuz“ derken herkesin bu sözleri anlayamayacağım açıkça belirtmektedir.
Meselâ, İbn Arabi’nin Kahire’deki hayatında çok büyük zorluklarla karşılaştığım ve hatta kendisini zehirlemeye dahi teşebbüs edildiğini biliyoruz. Oradaki bazı müftülerin onun kitaplarının Nil nehrine atılarak tahrip edilmesi gerektiği yönünde fetvaları var. Hatta atarken eğer üzerine su sıçrarsa orayı da kesmelisin gibi trajikomik fetvaları var. Böylesi derinliksiz ve anlayışsız bir ortamda bir arifin daha fazla bulunması mümkün değildir. Orayı yavaşça terk etmesi gayet tabiidir. Kalanlar da artık; “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” türküsünü çağırırlar.
Gerek İbn Arabi’nin gerekse Mevlânâ’nın kendilerinin yanısıra bunların aileleri ve talebeleri düzeyinde de Anadolu’da çok ciddi bir muhalefet ile karşılaştıklarını görmüyoruz, İbn Arabi’nin talebesi Sadreddin Konevî’nin faaliyetlerinde ve Mevlânâ’nın babasının talebesi Burhaneddin Muhakkik-i Tirmizî’nin faaliyetlerinde ciddi bir tepkiyle karşılaşmadıklarını görmekteyiz. Halbuki o dönemde buralarda da yaşayan büyük kadılar, müftüler, din âlimleri vardı. Kahire’deki din adamlarının tepkisi şeklinde bir tepki yok buralarda. Çünkü bizde fıkıh ilmi müstakil ve bağımsız değil. Hikmet ve irfanın bir alt dalı. Henüz sistem tepe taklak olmamış. İlimler hiyerarşisi var. Herkes yerini biliyor. Arif/ Hakîm/Fakîh’in cem olmuş hali var bizde. Tabii ki bu anlayış günümüzde değişti. Bizde de artık Mısır ulemâsı tipi öne çıktı. Bu durum Türkiye çağdaş Müslüman düşüncesinin geleneğinden ne kadar uzaklaştığım ve buna bağlı olarak da ne kadar sığ ve kökleri olmayan bir ideolojiye dönüştüğünü ortaya koyması açısından dikkat çekicidir.
Klasik dönem İslâm alimi tipimiz, İbn Arabi, Mevlânâ tipidir. Evet şaşırtıcı değil mi? Bu alim tipinin Osmanlı’daki karşılığında, Davud-ı Kayseri’yi, Molla Fenâri’yi, Aziz Mahmud Hüdâyi’yi görüyoruz. Yani, zülcenâheyn denilen, hem zahirî hem de bâtınî ilim sahibi olan alim tipini görmekteyiz ki biz çağdaş Müslümanlar olarak bu modelden çok uzaklaştık. Mevlânâ ‘Molla Hüdavendigâr’dır. Mevlânâ şiir söyleyen, sema eden bir zattır ama Hidâye isimli Fıkıh kitabını da okutan biridir.
Bir molladır aynı zamanda, sarf nahiv dersleri veren bir din alimidir. Mevlânâ’yı bu şeklin dışına çıkarmak isteyen iki grup vardır. Birtakım Müslüman “ehl-i zahir” ile bazı “oryantalistlerin” gayretleri burada örtüşmektedir. Oysa Mevlânâ din alimidir ve modern zamana kadarki en geçerli din alimi modelidir. Mevlânâ, katı olmayan, olayı sadece mantıksal hukuk kurallarına indirgemeyen, işin içinde aşkı-muhabbeti de olan din alimi tipidir.
İbn Arabi ve Mevlânâ örneğini verirken, geleneğimizde ikisinin bir bütün olarak alındığını da hatırlatmak isterim. Aralarında büyük bir farklılık görülmez. “Biz iki anneden süt emdik” derlerken İbn Arabi’yi ve Mevlânâ’yı kasdederler. Bu sebepten bu iki şahsiyet Osmanlı İslâm düşüncesinin adeta iki kurucu babası olarak görülürler. Şair Nâbî şu beyitlerinde ne güzel sentezliyor bu iki damarı: “Tâlib-i Hakk’a olur râh~nümâ, nüsha-i Mesnevî-i Mevlânâ. Dîde-i rûha çeker kuhl-i husus, Nûr-î esrâr-ı Fütûhât u Fusûs”. Bunlara daha sonraki süreçte yer yer Yunus Emre, Niyâzî’i Mısri v.b. gibi başka isimler eklenmişse de bunlar bu ilk iki ismin şarihleri mesabesinde olmuşlardır.
Mamafih, birisi Arapça diğeri Farsça yazmışsa da aralarındaki mânâ müttehid olarak görülmüş. Aynı manayı farklı dillerde ifade ettikleri için, aralarında bir farklılık görülmemiştir. Üstelik onları anlayan ve algılayan muhit bu iki dili değil bir başka dili yani Türkçeyi konuşan bir muhit olduğunu da gözden kaçırmayalım. Yani “Üzüm” diyenlerle “Engür” diyenler ve “İneb” diyenler bunun sadece bir lisan farkı olduğunun ama özün aynı olduğunun yani aynı meyveyi yemekte olduklarının bilincindeydiler. Sonraları bu “Aynı dili konuşmaktan aynı gönlü paylaşmak evladır” görüşünden, bu yüksek idrak seviyesinden yavaş yavaş uzaklaşılacaktır.
Yakın zamanda Kültür Bakanlığı Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Rami Kütüphanesinin açılışı münasebetiyle 13 Ocak 2023 tarihinde “Sultan Fatih’in Şahsî Kitaplığı” temasıyla bir yazma eser sergisi açtı. Çok güzel bir katalog kitabı da yayınlandı. (1) Sergiyi ziyaret etme veyahut kataloğa göz atma fırsatı bulanlar görürler ki, “Sultan Nüshası” denilen yani Sultan’ın kendi şahsî kitaplığında yer alan kitaplar içerisinde İbn Sînâ ve Şehabettin Sühreverdi gibi feylosofların yanısıra, İbn Arabi’nin Füsûsu’l- Hikem’i ve Müeyyedüddin el-Cendî tarafından yapılmış şerhi, Sadreddin Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı ve tercümesi, Mevlânâ’nın Mesnevi’si de yer almaktadır. Fatih savaşa giderken bile deri cep çantasında 5 adet küçük boy kitabı da yanında götürürdü ki bunlardan birisi de Konevî’nin Miftâhu’l-Gayb’ı idi. Kanûnî’nin, Yavuz’un, III. Murad’ın İbn Arabî mirası için yaptıklarına ise girmiyorum, hepsi ortadadır, tek tek belgeli olarak konuşacak olursak, bu röportaja sığmaz. Hasılı, Sultan Fatih’in zihniyet dünyasında, tasavvufî İslâm düşüncesi çok merkezi bir yerdedir. Maalesef günümüzde farklı yorumların ortaya çıkmasından dolayı, Tasavvufî İslâm tabirini kullanıyorum. Yoksa Osmanlı döneminde konuşuyor olsaydık, “tasavvufî” eki eklemeye gerek olmazdı. Osmanlı’da İslâm, zaten tasavvufî İslâm’dı. Osmanlı’da başka türlü bir İslâm yoktu. Bu sebeple, tasavvuf kelimesi çok kullanılmazdı. Zira, buna gerek yoktu. Günümüzde mecburen çoğu kere “Tasavvufî İslâm” diyoruz. Demek zorunda kalıyoruz. Çünkü başka İslâm nevileri öne çıkmıştır. Birini diğerinden tefrik etmek için bu vurguyu yapıyoruz. Sünnîlik dediğimiz zaman bile kaç çeşit Sünnîlik çıktı ortaya. Sık sık ‘Sünnî Omurga’ tabirine vurgu yapan arkadaşlar bununla ne kasdettiklerini açıkça ortaya koymalılar. Osmanlı bu tabiri de çok kullanmazdı. İbn Arabî, Mevlânâ, Yunus Emre hangi itikadı taşıyorsalar onlar da o itikadı izliyordular. Bu arkadaşların Mâtürîdîcilik vurgusunu da abartmalı buluyorum. Türkler Mâturîdîdirler önermesi de yanlış. Eş’arî Türkleri, Şâfiî Türkleri nereye koyacağız. Bunlar çağdaş bazı sloganlar, çok bilimsel değiller bence. İlmin önündeki perdeler diye ayrı bir bahis açmamız lazım ama yeri burası değil.
Tekrar Konya’ya geri dönecek olursak bütün bunlar o dönem Konya’sının yüksek ilmî seviyesini göstermektedir. O yüksek ilmî anlayış seviye olduğu içindir ki bu bilgeler akın akın buraya yönlendirilmişlerdir. İlim iltifata tabidir dedik ya, aynı zamanda siyâsî erkânın da onlara böyle bir zemin oluşturmaktaki iltifatlarını unutmamak lâzım. Meselâ Sultan İzzettin Keykavus’un, İbn Arabi’yi Konya’nın dışına kadar çıkarak karşılaması örneği muhteşemdir. Bir sultan, bir âlimi karşılıyor. Çağdaş protokolden farklı olarak Sultan atından iniyor ve “Gerçek sultan sîzsiniz, siz ata binin, ben zimâmından çekeceğim, öylece Konya’ya gireceğiz” diyor. Tabii ki vazifesini ve sahasını iyi bilen İbn Arabî bunu reddediyor ve Konya’ya yan yana yürüyerek giriyorlar. Din ve siyâset adamlarının ilişkisindeki bu insicam ve mükemmellik, doğal olarak bazı ariflerin/ ilim adamlarının Konya’ya doğru teveccühte bulunmasını sağlıyor. Bu, uzun yıllar devam etmiştir, Konya’da, İstanbul’da, Malatya’da, yani Anadolu’nun her bir bölgesinde. Fatih Sultan Mehmet’i İstanbul’u fetheden bir siyâsî lider olarak görüyoruz. Ama kırk dokuz senelik kısa bir ömür yaşamış bu Sultan’ın entelektüel tarafı çalışılmamıştır veya az çalışılmıştır (2). Max Weber’in zihniyet analizleri Osmanlı tarihi çalışanlarca çok uygulanmış değildir. Tarih sadece dokümanter tarih, yani belgeler tarihi değildir. Tarih, her şeyden evvel düşünceler tarihidir. Tin, yani ide, yani Zihniyet Dünyası olmadan vesikalar oluşamaz. Vesikalar sonuçtur. Tarih eylemlerden meydana gelir ama kişi o eyleme geçmeden evvel onun bir zihniyet dünyası vardır. Bu dünyadan hareket ederek eyleme geçer. Bizde Osmanlı tarihçiliği daha çok iktisat tarihçileri eliyle geliştirildiği için para vakıflarına verilen önem kadar arka plandaki tasavvufî dünya görüşüne önem verilmemiştir. Rahmetli Halil İnalcık hoca bu eksikliği âhir ömründe fark etmişti. “Ama artık benim için çok geç bu saatten sonra bu konuyu çalışamam” demişti.(3) Son 30 yıldır Tasavvuf Tarihçileri’nin devreye girmesi ile bu açık biraz olsun kapatılmaya çalışılmaktadır. Tabii ki Tasavvuf Tarihçileri’nin de analitik bakış açılarının zayıf olması onları Tekke Tarihçiliği’nin ötesine geçirememiştir ki bu da bir bahs-i diğerdir.
Netice olarak su mecrasına doğru aktığı gibi ilim de iltifat gördüğü yere doğru akar. Marifet, iltifata tabidir, iltifat görmeyen meta zayidir. Baş tacı edildikleri yere doğru gelirler ve burada bir sıkıntı olursa da yavaşça orayı terk ederler. İbn Arabi örneğinde bunu görüyoruz. Sultan, İbn Arabi’nin talebesi idi, onun tavsiyelerine kulak verirdi. Fakat daha sonralan iktidar sarhoşluğu gözleri bağladı. Eyyûbîlerle lüzumsuz bir çatışmaya girmek istedi. İbn Arabî, Eyyûbî Emiri Melik Zahir ile Sultan arasında, mümkün olduğunca ihtilaflara engel olmaya çalıştı. Diğer taraftan, Keykavus’un annesi Müslüman olmakla beraber aslen Konya Hristiyanlarından olduğu için dayıları üzerinden -dayıları Müslüman olmamıştır- Sultan’ı etkileyerek Konya ve civarında ihtiyaç yokken kiliseler inşa ettirmeye başladılar. İbn Arabi buna engel olmak istedi. Baktı ki sözleri eskisi gibi dinlenmiyor yavaş yavaş Şam’a geçti ve âhir ömründe orada yaşamaya başladı ve orada da vefat etti.
Hocam, burada iki husus hatırımıza geldi. ilki, 1040 Dandanakan Savaşı’ndan sonra Türklerin Batı’ya doğru hareket etmeleri ve bir anlamda Hz. Mevlânâ ile yollarının kesişmesi. İkincisi, Osmanlı’nın kuruluş yıllarındaki Tekke-Medrese bütünleşmesinin önemi. Bunun temeli de Anadolu’yu şenlendiren ulemâ ve urefâ tarafından atılmış gibi görünüyor.